ISSN 1301-109X | e-ISSN 2147-8325
TURKISH JOURNAL of IMMUNOLOGY - Turk J Immunol: 7 (1)
Volume: 7  Issue: 1 - 2019
ORIJINAL ARAŞTIRMA
1.Expression of Tumor Necrosis Factor-a and Interleukin-6 in Chronic Suppurative Otitis Media
Yan Edward, Jacky Munilson, Rossy Rosalinda, Hirowati Ali, Dolly İrfandy, Delva Swanda
doi: 10.25002/tji.2019.782  Pages 1 - 5
Giriş: Kolesteatomlu Kronik süpüratif otitis media (KSOM), orta kulakta keratin epitel invazyonu ve kulak kemikleri ile birlikte temporal kemikte erime (osteoliz) ile tanımlanmış bir hastalıktır. Tümör Nekroz Edici Faktör-alfa (TNF-?) ve İnterlökin -6 (IL-6) kemik rezorpsiyonundan sorumlu enflamatuvar faktörler olarak tanımlanmıştır. Bu çalışmanın amacı TNF-? ve IL-6 ifadesinin kolestetomlu KSOM’daki rolünü araştırmaktır. Gereç ve Yöntemler: Çalışma, 16 yanıtlı ya da kolesteatomlu hastanın normal kulak cildinden alınan örnekler ile çapraz karşılaştırmalı olarak irdelenmesidir. Bulgular: Kolesteatomlu KSOM hastalarında TNF-? ve IL-6 ifadeleri, sağlıklı kulak cildi ile karşılaştırıldığında daha yüksek olarak bulundu. KSOM hastalarında TNF-? ifadesi 0.1835±0.322 iken normal ciltte bu ifade 0.005±0.006 (p=0.043) olarak saptandı. IL-6 ifadesi ise, hastalarda 2.127±2.320 iken normal kulak cildinde bu 0.005±0.006 olarak bulundu (p=0.01). Sonuç: Kolesteatomlu KSOM hastalarında TNF-? ve IL-6 düzeyleri normal cilde göre daha yüksektir.
Introduction: Chronic suppurative otitis media (CSOM) with cholesteatoma is decribed by keratin epithelial invasion in the middle ear and osteolysis in both of the ear bones and the temporal bone. Some inflammatory factors involved in bone resorption stimulation are Tumor Necrosis Factor Alpha (TNF-?) and Interleukin-6 (IL-6). The aim of this study is to determine the expression of TNF-? and IL-6 in CSOM patients with cholesteatoma. Materials and Methods: The design of this study is cross-sectional comparative analytic in 16 responders or CSOM patients with cholesteatoma and 16 samples of normal ear skin. The gene expressions of samples were examined through Real-Time Polymerase Chain Reaction (RT-PCR) method and were analyzed with statistics software (p<0.05). Results: The expression of TNF-? and IL-6 in CSOM patients with cholesteatoma were higher than their expression in normal ear skin. The expression of TNF-? was 0.1835±0.322 ng/ul in CSOM patients, while it is 0.005±0.006 ng/ ul in normal ear skin (p=0.043). In addition, the expression of IL-6 was 2.127±2.320 ng/ul in CSOM patients and 0.005±0.006 ng/ul in normal ear skin (p=0.010). Conclusion: The expression of TNF-? and IL-6 in CSOM patients with cholesteatoma are significantly different from patients with normal ear skin.

2.Prevalence of HLA-DQ*02 and HLA-DQ*08 in Patients with Celiac Disease in Eastern Anatolia and the Diagnostic Role of HLA-DQ*02 and HLA-DQ*08 Genotyping
Eda Balkan, Ali İşlek, Ezgi Yaşar, Hasan Doğan
doi: 10.25002/tji.2019.862  Pages 6 - 10
Giriş: Çölyak hastalığı serolojik testler ve ince barsak biyopsisi ile konur. Çölyak hastalığının insan lökosit antijenleri (HLA) ile güçlü bir bağlantısı vardır. Bu çalışmada pediatrik çölyak hastalarının HLADQ*02 ve DQ*08 alleleerinin çölyak hastalığının teşhisindeki rölünün ve populasyondaki sıklığının belirlenmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya serolojik testler ve ince barsak biyopsisi sonuçlarına göre tanı koyulan okul çağındaki 72 Çölyak hastası ile herhangi bir sistemik hastalığı bulunmayan ve akraba olmayan 70 sağlıklı birey kontrol grubu olarak çalışmaya dahil edildi. Sekansa spesifik primer (PCR-SSP) yöntemiyle HLA DQ*02 ve HLA DQ*08 tiplemesi yapıldı. Bulgular: Elde edilen bulgulara göre çalışmaya alınan çölyak hastalarının yaş ortalaması 10.06±2.10 yıldır. Çölyak hastaları (%67) ile kontrol grubu (%17) karşılaştırıldığında hasta grubunda HLA DQ*02 pozitifliğinin yüksek olduğu görüldü (p<0.001). Yine hastalarda (%26) ile kontrol grubu (%24) karşılaştırıldığında hasta grubunda HLA DQ*08 pozitifliğinde istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05). Sonuç: Çölyak hastalığındaki genetik risk profilleri, hastalığa yatkınlığın tahmininde ve hastalığın progresyonunda klinik tecrübe elde edilmesine yardımcıdır. Sonuç olarak, çalışmamızda çölyak hastalarında HLA DQ*02 frekansının HLA D*08 frekansından ve sağlıklı bireylerden daha yüksek olduğu görülmektedir. Özellikle HLA DQ*02’nin artmış hastalık riskiyle olan ilişkisi çalışmamızda bir kez daha belirtilmiştir.
Introducton: Celiac disease (CD) is diagnosed with serological tests and small bowel biopsy. There is a strong link between CD and human leukocyte antigens (HLA). In this study, we aimed to determine the role of HLA alleles DQ*02 and DQ*08 in the diagnosis of pediatric CD patients and to determine the prevalence of these alleles in the population. Materials and Methods: The study included 72 school-aged celiac patients diagnosed according to serology and small bowel biopsy results, and a control group consisting of 70 unrelated individuals with no systemic disease. HLA-DQ*02 and HLA-DQ*08 typing was done using the sequence-specific primer (PCR-SSP) method. Results: The mean age of the CD patients included in the study was 10.06±2.10 years. HLA-DQ*02 frequency was significantly higher in the CD group (67%) compared to the control group (17%) (p<0.001). HLA-DQ*08 frequencies did not differ significantly between the patient and control groups (26% and 24%, respectively; p>0.05). Conclusions: Genetic risk profiles in CD are helpful for predicting susceptibility to disease and disease progression. The results of our study showed that the prevalence of HLA-DQ*02 was higher among CD patients than healthy individuals, and it was higher than the prevalence of HLA-DQ*08. Our study further supports the link between HLADQ* 02 and increased risk of disease.

3.Anti-inflammatory and Anti-atherogenic Effects of Lactobacillus plantarum in Hypercholesterolemic Mice
Mehmet Emrah Şekilli, Alexandra Bermudez-Fajardo, Ernesto Oviedo-Orta
doi: 10.25002/tji.2019.955  Pages 11 - 20
Giriş: Kardiyovasküler hastalıklar dünya genelinde en yaygın insan morbidite ve mortalite sebebidir ve ateroskleroz bunun başlıca altta yatan nedenidir. Probiyotikler, günlük besinle alındığında konağa yararlı etkileri olduğu gösterilen canlı mikroorganizmaları içerir. Probiyotiklerin konak immün sistemi üzerinde immün düzenleyici etkileri olduğunun bilinmesi, bunların aterosklerotik plakların büyüdüğü enflamatuvar süreci doğrudan (veya dolaylı) etkileyebileceğini düşündürmektedir. Bu çalışmada, probiyotik tercihi olarak Lactobacillus plantarum kullanılmış, T hücre aracılı immünite ve plazma lipid profiline, ayrıca aterosklerotik plak gelişimine olan etkileri hastalığın deneysel hayvan modeli, ApoE-/- fare, üzerinde çalışılmıştır. Gereç ve Yöntemler: Suşlar morfolojik, fiziksel, enzimatik ve biyokimyasal değerlendirmeler ile tanımlanmıştır. T hücre alt grupları akan hücre ölçer cihazı kullanılarak çalışılmış, IL-10 seviyeleri ELISA ile belirlenmiştir. L. plantarum’un plak büyümesi üzerine etkisi standart histopatolojik teknikler ile ölçülmüştür. Bulgular: Tedavi görmüş hayvanların fekal örneklerinden izole edilmesini takiben L. plantarum’un sindirim kanalı boyunca hayatta kalımı doğrulanmıştır. L. plantarum’un CD4+ CD25+ T hücre proliferasyonunu (p=1,4×10–5) ve IL- 10 seviyesini artırabildiği (p=0,045) ve ApoE-/- farelerin aortik sinüslerindeki aterosklerotik plak boyutunu kolesterol seviyelerinde bir iyileşme olmaksızın küçültebildiği (p=0,019) gösterilmiştir. Sonuç: Sonuç olarak, bu çalışmanın bulguları L. plantarum’un ateroskleroza karşı potansiyel bir tedavi edici ajan olarak kullanımını destekler veriler sağlamıştır.
Introduction: Cardiovascular diseases are the most prevalent cause of human morbidity and mortality worldwide and atherosclerosis is the main underlying cause of it. Probiotics comprise live microorganisms which have been shown to have beneficial effects on the host when administered in the diet. Since probiotics are known to have immunomodulatory effects on the host immune system, these may directly (or indirectly) influence the inflammatory process by which atherosclerotic plaques grow. In this study, Lactobacilli plantarum is used as the probiotic of choice and its effects on T cell mediated immunity and plasma lipid profile as well as atherosclerotic plaque development are studied on an experimental animal model of the disease, the ApoE-/- mouse. Material and Methods: The strains were identified by morphological, physical, enzymatic and biochemical assessment. Flow cytometry was used to study T cell subsets. IL-10 levels were determined by ELISA. The effect of L. plantarum on plaque grow was measured using standard histopathological techniques. Results: The survival of L. plantarum along the gastrointestinal tract was confirmed after its isolation from faecal samples of treated animals. It was shown that L. plantarum is capable of increasing the proliferation of CD4+ CD25+ T cells (p=1.4×10–5) and the level of IL-10 (p=0.045) and decrease the size of atherosclerotic plaques (p=0.019) in the aortic sinus of the ApoE-/- mouse, without an improvement in cholesterol levels. Conclusion: In conclusion, the findings of this study provide supporting data for the use of L. plantarum as a potential therapeutic agent against atherosclerosis.

4.Immunoregulatory Effects of Human Amnion Epithelial Cells on Natural Killer and T Cells in Women with Recurrent Spontaneous Abortion (RSA)
Fahimeh Khadem, Nafiseh Esmaeil, Abbas Rezaei, Hossei Motadayen, Behnaz Khani
doi: 10.25002/tji.2019.991  Pages 21 - 30
Giriş: Açıklanamayan Tekrarlayan Gebelik Kaybı (ATGK) gebelik sırasında görülen en sık immmünolojik komplikasyondur. İnsan amnion sıvısı epitel hücrelerinin (İASEH), bağışıklık yanıtını hem in vitro hem de in vivo olarak bağışıklık yanıtını düzenleyebildiği gösterilmiştir. Bu çalışmada, İASEH’nin ATGK olan hastalardaki bağışıklık düzenleyici etkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntemler: Periferik Kan Mononükleer Hücreler 14 ATGK hastasından izole edildi ve İASEH’leri ile birlikte kültüre edildi. Doğal öldürücü (Natural Killer) hücreleri ve T hücreleri anti-CD56 ve anti-CD3 monoklonal antikorları kulllanılarak tanımlandı. Hücreler, uyarılmayı gösteren CD69 ve degranülasyon ile ilişkili CD107a belirteçleri kullanılarak akan-hücre ölçerde irdelendi. Bulgular: İnsan amnion epitel hücreleri ile doza bağlı inkübasyon sonucu NK ve T hücrelerinde CD69 aktive edici resptör ekspresyonunda artış saptandı (p=0.049). Degranülasyon belirteci CD107a ekspresyonunun ise insan amnion epitel hücreleri ile inkübasyonu takiben NK ve T hücrelerinde anlamlı derecede düştüğü gözlendi (p=0.003).. Sonuçlar: Bulgularımız, insan amnion epitel hücrelerinin doğal öldürücü ve T lenfositlerinin sitotoksisitesini azaltarak düzenleyici etkide bulunduklarını göstermektedir. Bu hücrelerin etkinliği bozulmuş doğal öldürücü ve T hücrelerinin bağışıklık yanıtında düzenleyici olarak tedavide kullanılması araştırılmalıdır.
Introduction: Unexplained Recurrent Spontaneous Abortion (URSA) is the most common immunological complication during pregnancy. It has been found that the cells such as human amnion epithelial cells (hAECs) have the potency to modulate immune responses in vitro and in vivo. In the present study, we assessed the immunomodulatory effect of hAECs on NK cells and T cells in women with URSA. Materials and Methods: Peripheral Blood mononuclear cells (PBMC) were obtained from 14 URSA patients and co-cultured with isolated hAECs. NK cells and T cells were identified using anti-CD56 and anti-CD3 monoclonal antibodies (mAb). The expression of the activating receptor CD69 and the degranulation marker CD107a on NK cells and T cells were detected using specific mAb and analyzed by flow cytometry. Results: We found that CD69 activating receptor expression on NK cells and T cells was significantly decreased by incubation with hAECs in a dose-dependent manner (p=0.049). Also, the degranulation marker CD107a was significantly downregulated on NK cells and T cells following incubation with hAEC (p=0.003). Conclusion: Our results suggest hAECs have immune regulatory effects on activation and cytotoxicity of NK and T cells. Potential therapeutic application of hAECs for dysregulated NK and T cells immunity should be investigated in the future.

DERLEME
5.Strategies to Overcome Neuroendocrine Immune Deficits in Aging: Role of Neuroendocrine-Immune Modulators and Bioactive Plant Extracts
Hannah P. Priyanka, Rahul S. Nair
doi: 10.25002/tji.2019.1027  Pages 31 - 39
Nöroendokrin bağışıklık ağı vücud sağlığının korunmasında bulunduğu hassas denge ile bu sağlığın korunmasında önemli bir rol oynar. Yaşlanma sırasında, bu sistemlerin ve aralarındaki sinerjik işlevlerin etkinliğinin azalması ile, kanser, otoimmünite, osteoporoz, kalp-damar hastalıkları ve hormona bağlı kanserler ile dejeneratif hastalıklar gibi sağlık problemleri ortaya çıkabilmektedir. Ostrojenin menstrüasyon sırasındaki döngüsel farklılıkları ve üreme sistemindeki yaşlanmaya bağlı olarak otoimmünite, osteoporoz kalp-damar hastalıkları ve hormona bağlı kanserler gibi hastalıklar meydana gelmektedir. Norepinefrinin lenfoid organların innervasyonu ile salınımı ile gerek periferik olarak gerek ise santral olarak etki göstermekte, aktive olmamış T lenfositlerinin düzenlenmesinde çok önemli roller oynamaktadır. Hipotalamus kökenli katekolaminerjik ağ, endokrin sistemin düzenlenmesinde ve bu sistemin sağlık ve hastalıklarda söz konusu olan ve bağışıklık sistemi ile ilgili işlevlerinde vazgeçilmiş bir rol oynar. Bağışıklık sisteminde etkin sitokinler gibi maddeler, kan-beyin engelini geçip beyindeki sinirleri etkileyerek hastalıkların hastalarda meydana getirdiği değişiklikleri oluşturmakta ve enerji kaynaklarının hastalık ile savaşılmasını kolaylaştırmak üzere görev yapmaktadır. Monoamin oksidaz inhibitörü deprenil ve donepezil gibi yapay ilaçların nöroendokrin-bağışıklık ağında oluşan yaşa bağlı değişikliklere periferik sistemde olan bozulmayı azaltarak olumlu etki gösterdiği bildirilmiştir. Zufa otu (Bacopa monnieri) ve hint dutunun (Morinda citifolia) in vitro ve in vivo olarak sıçanlarda yukarıda behsedilene benzer yararlı etkiler gösterdiği gözlemlenmiştir. Yaşa bağlı bağışıklık yaşlanması ile oluşan etkilerin bazı yapay ilaçlar ve doğal maddeler ile sıçanlarda MAPK ve NK-?B sinyal yolaklarını etkileyerek bağışıklığı düzenlediği bildirilmiştir.
The neuroendocrine immune network functions in a delicate balance during health and the ability to maintain this balance through disease affects the outcome of the disease. During aging, there is a general decline in each of these systems that reflects on their synergistic functions and affect homeostasis leading to age-associated diseases including cancer, autoimmunity and degenerative diseases. Immunomodulation by estrogen through cyclic menstrual variations and precipitous decline during reproductive aging, facilitates the development of several female-specific age-associated diseases such as autoimmunity, osteoporosis, cardiovascular diseases and hormone-dependent cancers. Centrally and peripherally, norepinephrine released from sympathetic innervation of lymphoid organs plays a key role in naïve T-cell regulation. Hypothalamic catecholaminergic networks play a crucial role in endocrine regulation and indirectly affect immune functions during health and disease. Immune mediators such as cytokines can cross the blood brain barrier and bind to central neurons eliciting sickness behaviour and facilitate reprogramming of energy reserves to be used to fight the disease. Monoamine oxidase inhibitors like deprenyl and synthetic drugs like donepezil have been shown to exert positive effects on the age-associated decline in the neuroendocrine-immune network by delaying peripheral degeneration and increasing immune functions. Similar beneficial effects have been observed in vitro and in vivo in rats treated with Brahmi (Bacopa monnieri) and Noni (Morinda citrifolia). Comparative analysis of the strategies for reversing age-associated immunosenescence using synthetic drugs and natural remedies have shown significant immunomodulatory effects in middle-aged and old rats through modulation of MAPK and NF-kB signaling cascades.

ORIJINAL ARAŞTIRMA
6.Diverse Responses of Neurons and Monocytes to Titanium Dioxide Nanoparticle Exposure
Ayşe Başak Engin, Evren Doruk Engin
doi: 10.25002/tji.2019.1037  Pages 40 - 49
Giriş: Titanyum dioksit nanopartiküllerinin (TiO²NP) toksisitesi nöronlarda N-metil-D-aspartat (NMDA) reseptörleri aracılığıyla glutamat sinyal iletimi ile meydana gelir. TiO²NP makrofajlar tarafından hücre içine alınması oksidatif strese neden olmakla birlikte, U937 monositik hücreleri üzerine TiO²NP toksik etki gösterip göstermediği bilinmemektedir. Gereç ve Yöntemler: İnsan nöroblastoma (SH-SY5Y) ve U937 insan monositik hücre hatları 25nm ve 10nm TiO²NP ile fetal sığır serumu (FBS) varlığında ya da yokluğunda inkübe edildi. Mitokondriyal metabolik aktivite 15 mM N-asetil sistein (NAC) ve 0.1µM veya 10µM neopterin uygulanmadan önce ve sonra MTT ile tayin edildi. Bulgular: TiO²NP, FBS içermeyen besi yerinde SH-SY5Y ve U937 hücrelerinde canlılıkları değiştirmedi. Her iki boyuttaki TiO²NP için de ortama FBS eklenmesi SH-SY5Y ve U937 hücrelerinin canlılıklarının anlamlı olarak azalmasına neden oldu. FBS içeren besi yerinde NAC ile önceden muamele, SH-SY5Y hücre canlılıklarını U937’lere göre anlamlı olarak artırdı. Her iki neopterin dozu da bütün TiO²NP konsantrasyonları için SH-SY5Y hücrelerinin canlılıklarında artışa neden oldu. 10nm TiO²NP’e maruz kalan SH-SY5Y hücrelerinin canlılığı neopterin ile kısıtlı miktarda düzeltilebildi. Ancak, neopterin ilavesi, 10nm ve 25nm TiO²NP maruz kalan U937 monositik hücrelerinin canlılıkları üzerine etkili olamadı. TiO²NP nörotoksisitesi partikül büyüklüğü bağımlıdır. FBS içeren besi yerlerinde her iki hücre hattının da canlılığı TiO²NP ile azalmıştır. Sonuç: TiO²NP toksisitesine SH-SY5Y hücrelerinde hem NMDA hem de AMPA reseptörleri aracılık ederken, U937 hücrelerinde büyük olasılıkla sadece AMPA reseptörleri görev almaktadır. SH-SY5Y hücrelerinin aksine U937 hücrelerinde NADPH oksidaz kompleksinin inhibisyonu TiO²NP toksisitesi üzerine etkili olmamıştır.
Introduction: The toxicity of titanium dioxide nanoparticles (TiO2NPs) in neurons occurs by glutamate signaling via N-methyl-d-aspartate (NMDA) receptors. Although cellular uptake of TiO2NPs may lead to oxidative stress in macrophages, it is not known whether TiO2NPs have toxic effects on U937 monocytic cell line. Material and Methods: Human neuroblastoma (SH-SY5Y) and U937 human monocytic cell lines were exposed to 25nm and 10nm TiO2NPs, in medium with or without fetal bovine serum (FBS). Mitochondrial metabolic activity was assessed using the MTT-assay before and after treatment with 15 mM N-acetylcysteine (NAC) and 0.1µM or 10µM neopterin. Results: TiO2NPs displayed no toxicity on SH-SY5Y and U937 cells in FBS-free medium. The addition of FBS resulted in a significant reduction in cell viability with both sizes of TiO2NPs on SH-SY5Y and U937 cells. In FBScontaining medium, NAC pretreatment significantly increased cell viability of SH-SY5Y cells in comparison to U937 cells. Both neopterin doses enhanced cell viability of TiO2NPs-exposed SH-SY5Y cells for all concentrations. Only a limited increase in the cell viability was achieved in 10nm TiO2NPs-exposed neurons by pretreatment with neopterin. Whereas, neopterin could not provide a constant amelioration for both 25nm and 10nm sized TiO2NPs-exposed U937 monocytic cells. TiO2NPs displayed size-dependent neuronal toxicity. In FBS-containing medium, both sizes of TiO2NPs caused reduction in cell viability of both cell lines. Conclusion: While toxicity of TiO2NPs emerged via NMDA and AMPA receptors in SH SY5Y cells, U937 cells were most probably activated by AMPA receptors only. Unlike SHSY5Y cells, NADPH oxidase complex inhibition was not effective in TiO2NPs exposed U937 cells.

DERLEME
7.Stem Cells and Regenerative Medicine
Ceyda Hayretdağ, Ender M. Çoşkunpınar
doi: 10.25002/tji.2019.856  Pages 50 - 56
Kök hücreler, çok farklı hücre tiplerine dönüşebilen ve uygun koşullar sağlandığında vücudumuzdaki tüm doku ve organları oluşturabilen, kendini yenileyebilen, farklılaşmamış hücrelerdir. Kök hücreler üç gruba ayrılabilir: yetişkin kök hücreler, kord kanından elde edilen kök hücreler ve embriyonik kök hücreler. Henüz farklılaşmamış bu hücreler, kendini yenileme, sınırsız bölünme kapasitesine sahiptir ve organlara ve dokulara dönüşebilirler. Yetişkin kök hücreler, vücuttaki birçok doku ve organda bulunur ve hasar meydana geldiğinde hasarlı alanı onarmak için bu pozisyonda çoğalırlar. Kök hücre farklılaşmasının keşfi, kanser, felç, Alzheimer, parkinsonizm, omurilik yaralanmaları, kalp hastalıkları ve birçok genetik hastalık gibi farklı alanlarda kök hücre tedavisi için kapılar açmıştır.
Stem cells are self-renewing, non-differentiated cells that can be transforming into many different cell types and can form all the tissues and organs in our body when proper conditions are provided. Stem cells can be divided into three groups: adult stem cells, stem cells derived from cord blood, and embryonic stem cells. These cells, which have not yet differentiated, have the capacity of self-renewal, unlimited division and can transform into organs and tissues. Adult stem cells are found in many tissues and organs in the body and when damage occurs they multiply at that position to repair the damaged area. Discovery of stem cell differentiation also opened the doors for stem cell therapy in different fields such as; cancer, paralysis, Alzheimer’s, parkinsonism, spinal cord injuries, heart diseases and many genetic diseases.

8.Vitamin D as an Immunomodulatory and Antioxidant Molecule: Association Between Vitamin D Deficiency and Systemic Sclerosis
Nazlı Ecem Dal, Hüray İşlekel
doi: 10.25002/tji.2019.945  Pages 57 - 68
D vitamini memelilerde güneş ışığı ile deride sentezlenir veya eser miktarda diyet ile alınır. İnaktif formdaki D vitamini, karaciğerde hidroksillenir ve böbrek tübüllerinde son aktif formu olan 1,25 dihidroksi vitamin D3’e dönüştürülür. Bu yeni form prohormon adını alır ve D vitamini reseptörü (VDR) ile ilişkilidir. D vitamininin VDR’ye bağlanması ile başlayan biyolojik fonksiyonları arasında, mineral ve kemik metabolizması, hücre proliferasyonu ve differansiyasyonun regülasyonu gibi birçok sürecin yanı sıra, immün yanıtın düzenlenmesi ve oksidatif stresin kontrolü de yer almaktadır. Sistemik skleroz (SS), deri ve bazı alt tiplerinde iç organ tutulumu ile karakterize otoimmün bir hastalıktır. Hastalığın etiyolojisi henüz tam olarak aydınlatılamamıştır ancak oksidatif stres, patogenezin önemli mekanizmalarından biri olarak kabul edilmektedir. Bu derleme kapsamında, D vitamini metabolizması ve moleküler yolağı, D vitamininin immünomodulatör ve antioksidan bir molekül olarak etkileri, nadir bir otoimmün hastalık olan SS patogenezi için ileri sürülen güncel hipotezler ve SS hastalarında oksidatif stresin ve D vitamini eksikliğinin önemi ve dünya literatüründeki güncel durumu özetlenmiştir.
Vitamin D is activated in skin of mammals through sun light or a small amount of vitamin D is taken in with diet. Biologically inactive form of vitamin D is hydroxylated in liver and is converted to its active form, 1-25 dihydroxyvitamin D3 in renal tubule. Active form of vitamin D is known as a prohormone and associated with vitamin D receptor (VDR). Biological functions that initiate with binding of Vitamin D to VDR are related to many processes such as mineral metabolism, regulation of cell proliferation and differentiation, as well as its association with regulation of immune response and control of oxidative stress. Systemic sclerosis (SS) is an autoimmune disease characterized by skin and internal organ involvement. Its etiology is still unclear however it is accepted that oxidative stress is one of the most important mechanisms of pathogenesis. This review summarizes the current worldwide literature on vitamin D metabolism and its molecular pathway, effects of vitamin D as an immunomodulatory and antioxidant molecule, current hypotheses for SS pathogenesis as a rare autoimmune disease and the importance of oxidative stress and vitamin D deficiency in SS patients.

LookUs & Online Makale